Pazar, Ekim 10

Bir hastane sabahı

Kapıyı açtı hemşire; yüzüne bakmadım bile. Hoş, baksaydım da göremezdim zaten onu, dünya benim için öyle loş öyle buğuluydu ki... Yattığım yerden son gücümle doğrulmaya çalıştım. Boşa giden doğrulma çabalarım büsbütün yordu beni, gerisingeri düştüm yatağa. Yaşamak güzel her şeye rağmen diye düşündüm damarlarıma yeni bir yatıştırıcı ilaç hücüm ederken. Ayık kalmak istiyordum, hemşireye kızdım beni uyuşturduğu için. Sonra birden gülümsemek istedim. Ayık olmak nedir ki zaten herkesin uyuduğu bir yerde yaşıyorsanız, öyle değil mi? Neden o odadaydım, neden oraya tıkılmıştım? Sorular çok geldi üstüme, başım döndü. Ağırlaşan göz kapaklarım değil zihnimdi bu defa. Artık düşünmek istemiyordu, karanlık ama sadece karanlık istiyordu. Uyuyup bir daha uyanmamak uzunca... Sonra bir ses duydum derinden ve ılık ılık gelen, beni yormayan, koşulsuz, hangi dilde olsa anlayabileceğim bir sesti bu. Dayanmamı söylüyordu, acı bitecek diyordu. İstemeye istemeye inanıyordum o sese. O, bana etrafımdaki her şeyden daha gerçek gelmişti çünkü. Saatlerce memleketi kurtarma tartışmaları yapan insanlar, dünkü maçın boş yorumları, vitrindeki kırmızı elbisenin taksitli fiyatı, O'nun bana söylediği güzel sözler, bir aydır içindeki dinozorlarla beraber yaşadığım karanlık mağara... Bunların hepsi yalan geliyordu artık bana. O tıkıldığım odadan dışarı çıkmak zor olacaktı, belliydi. Sonsuza kadar da orda tutulamayacağımı biliyordum diğer taraftan. O sese inanmaktan başka bir çarem yoktu. Ayağa kalkıp kaldığım yerden devam etmeliydim. Ben bunları düşünürken, hemşire çıktı odadan. Uyuşturucu ilacın yaktığı damarlarım büsbütün sızladı, acı kayboldu, zihnim sustu, ben sustum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder